2010/10/26

Tokyo Uluslar Arasi Film Festivali




23/10/2010 ~ 31/10/2010 tarihleri arasinda
tokyo roppongi hills de yapilan tokyo uluslar arasi film festivaline
Reha ERDEMin 6 filmi cikyormus
aslina bakarsaniz benim calistigim yere o kadar yakin ki
gitsem mi gitmesemmi karar veremiyorum
neyse hangi filmlerin ciktigina baktim da aslinda cok hos seyler var gibi

1. A ay!
2. Kac para kac!
3. Korkuyorum anne!
4. Bes vakit
5. Hayat var
6. Kosmos

Hayat var filmini hep izlemek istedim ama pek kismet olmadi
acaba diyorum firsat bu firsat gidip izlesem mi?
Hem Reha Erdem de burda gidip bi halini hatrini sorsam nasil olur?
ayrica duyduguma gore Cem yilmaz da gelmis
Sadece haberiniz olsun istedim

2010/10/08

www.ergn.org harika bi site harika bi abimiz

Aaa simdi bunu yazmadan gecemezdim
gecenlerde bi site kesfettim
olmaz boyle bi sey
harika bi yazim dili
kalemine, klavyene saglik abicim
sanki ben yazsam ayni seyleri daha kabaca yazarmisim gibi hissettim
tabii ki katilmadigim yerleri yok degil belki ben cok acimasiz yazardim belki o cok kibar yazmis
bilemiyorum ama bakis acisi cok hosuma gitti
simdi buraya koysam olur mu?
acaba kizar mi diye cok dusundum ama
eger kizarsa kaldiririm diye dusundum
affina siginarak buraya yapistiriyorum
devamini okumak isteyen, daha fazla yararlanmak isteyenler lutfen bi goz atin
bu da link
http://www.ergn.org/japonya-ve-japonlar-hakkinda-bilgi-1249.html

Japonya ve Japonlar hakkında bilgi


Şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Ama, 1917 Bolşevik İhtilali sırasında Kazan bölgesinde bulunan Türk nüfusa karşı uygulanan Rus baskısından kaçarak Japonya’ya gelen, ve başkent Tokyo’da uzun süre vatansız yaşadıktan sonra, ancak 1950′li yıllarda Türk vatandaşlığına kabul edilen Doktor Ahmet Altınbay söyleyince hak verdim.
10 kasım nedeniyle Türkiye’nin Tokyo Büyükelçiliği’nde düzenlenen törende Japonya’da yaşayan en yaşlı Türk olması sıfatıyla konuşan doktor Altınbay Türkiye’den gelen mektuplardaki Atatürk pullarının üzerindeki damgalardan sikayetçi. Büyük önder Atatürk’ün resminin bulunduğu pullara sanki hınç alırcasına yüzünün tam ortasına gelecek şekilde damga vurulmasından son derece rahatsız olan doktor, Japonların liderlerinin resimlerinin yer aldığı pullara gösterdiği inceliği bizim de göstermemiz gerektiğini belirterek ‘‘Japonlar, üzerinde liderlerinin resimleri olan pulları damgalarken büyük bir özen gösteriyorlar. Posta görevlileri, damgayı pulların kenarında yer alan incecik beyaz bölmeye vuruyorlar. Puldaki fotoğrafın üzerine gelmemesi için aşırı özen gösteriyorlar. Bizde ise inadına yapılırcasına; damga, Atatürk resminin tam ortasına vuruluyor. İnsanlar sanki bu yolla yıllardır içlerinde kalan gizli kini kusuyorlar’’ diyor ve ekliyor. ‘‘Sayın Büyükelçim, hükümete iletiverin, hiç olmazsa üzerinde Atatürk portresi bulunan pullara damga vurulmasın’’.
Ben de Doktor Ahmet Altınbay’ın bu önerisini bu köşeden tekrarlıyorum. Belki çok küçük bir ayrıntı gibi gelebilir ama olsun. Lütfen pullardaki Atatürk resimlerin üzerine damga vurmayalım.

Böbrek buldu da Japon’unu arıyor
Bazen bu Japonların milliyetçilikleri beni çıldırtacak. Adam ölüm döşeğinde acil bir böbreğe ihtiyacı var. Böbrek bulunamazsa fazla yaşamayacak. Harıl harıl beyimize uygun böbrek aranıyor. Sonunda tüm dokularıyla vücuduna uygun bir böbrek bulunuyor… Bu sefer de beyefendi kabul etmiyor. Tek neden de böbrek sahibinin Japon vatandaşı olmaması. Japon hastaların yabancı uyruklulardan alınan organları kabul etmemeleri ancak Japon vatandaşlarından alınacak safkan organları tercih etmeleri doktorlara zor anlar yaşatıyor. Japon hastaların milliyetçilikleri yüzünden Japon vatandaşlarından alınan organlara milyonlarca yen fazla vermeleri ise bazı uyanıklara yeni iş olanakları sağlıyor. Japonya’nın sanayi kenti Osaka‘da uyanık girişimci kendisini halkla ilişkiler sorumlusu olarak tanıtıp büyük şirketlerin müdürlerine mektup göndererek, müşterisi olan bir erkek hasta için böbrek aradığını belirtiyor. Mektubunda aradığı böbreğin tıbbi tanımlamasını yaparken ısrarla orijinal Japon böbreği olması gerektiğini söyleyen uyanık girişimci, şirket çalışanları arasında böbreğini satmak isteyen Japon vatandaşı olursa 5 milyon yen karşılığında hemen alabileceğini de sözlerine ekliyor. Müşterisinin yabancılardan alınacak organlara güvenmediğini ve o tip böbreklerden hastalık kapmaktan korktuğunu belirten uyanık, böbreğini satmak isteyen Japonların her türlü tıbbı masraflarının da tarafından karşılanacağı garantisini veriyor.

İntihar et, tazminat al
İyi iş haaa… Sen tut canın sıkıldı diye intihar et. Sonra da devlet ailene taminat ödesin. Nerde bu yağın bolluğu böyle.
Japonun biri 1995 yılında yaşanılan büyük kobe depremi sonrasında devletin afet konutlarını yapmakta gecikmesi üzerine yaşadığı düzensiz hayattan sıkıldığı için bunalıma girip intihar etti diye, devlet tazminat ödemeye mahkum oldu.
Neymiş efendim son yılların en büyük depremi olarak adlandırılan ve 6 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Kobe depremi sırasında arkadaşlarını yitiren 30 yaşındaki Japon genci arkadaşsız kalmanın getirdiği yalnızlık ile bunalıma girmiş. Deprem sırasında evi yıkıldığı için devlet tarafından yerleştirildiği sosyal konutlara bir türlü ısınamayan ve düzensiz yaşamaktan sıkılan genç Japon depremden yaklaşık 9 ay sonra 1995 eylülünde intihar ederek, tüm sıkıntılarına son vermiş.
Oğullarının intihar nedeninin kobe depremi sonrası yardım elini geç uzatan devlet olduğunu söyleyen, acılı aile tazminat talebiyle merkezi hükümeti mahkemeye vermiş. İntihar eden gencin ailesini haklı bulan Osaka Bölge Mahkemesi gencin intiharında merkezi hükümetin önemli bir rolü olduğunu belirterek, 2.5 milyon yen tazminat ödenmesini kararlaştırdı.
Hayatımın en güzel hediyesini bir Japon kadınından aldım. Küçük, kırmızı bir yabani gül. Hayatımda ilk kez birisi bana çiçek veriyordu. Hem de eşimin yanında…
Güneşli bir Tokyo günüydü, haftalık görüş günüm olması nedeniyle çok sevgili arabama da kavuşmuştum. Şimdi hemen ‘‘bu görüş günü de ne’’ diye sorarsınız. Siz sormadan ben anlatayım. Tokyo’da insanların arabalarını evlerin önüne sokağa park etme özgürlükleri olmadığından ancak park yeri olanlar araba satın alabiyor. Bizim evin tek arabalık garajını da tahmin edeceğiniz eşim Hülya kendi arabasını parkederek işgal ettiğinden benim arabama yer kalmıyor.
Allah’tan Büyükelçi Gündüz Aktan, arabamı elçiliğin garajına koymama müsaade ediyor da açıkta kalmıyorum. Eh bu durumda biz de arabamla ancak haftasonları Hülya’nın arabasını kullanmadığı zamanlar biraraya gelebiliyoruz. Bir haftalık ayrılıktan sonra sevdiğine kavuşmuş bir insanın coşkusu ile arabamı yıkayıp temizliyorum, pırıl pırıl denilecek duruma gelince de sevgili arabamla geleneksel hafta sonu turuna çıkıyoruz.
Geçen hafta sonu yine böyle haftasonu turlarından birinde dar bir sokakta ağır ağır giderken, yaşlı bir Japon kadının yolun karşısına geçmeye çalıştığını gördüm, durdum ve yol verdim. O kadar yaşlıydı ve ağır yürüyordu ki 5 metre genişliğindeki caddeyi bile ancak 2 dakikada geçebildi. Yaşlı kadın çekiştirdiği pazar arabası ile yaptığı geçiş törenini tamamladıktan sonra şeref tribününü selamlayan birlik komutanı edası ile bana doğru döndü ve vakur bir şekilde başını öne eğerek selam verdi.
Biraz ilerledikten sonra yeniden durdum. Demiryolu geçidi kapalıydı. Trenin geçmesini beklerken, bir el açık olan penceremden içeri uzandı. Biraz önce yol verdiğim yaşlı Japon teyze tren yolunun kenarında yabani olarak yetişen kırmızı güllerden bir tanesini kopartmış, bana doğru uzatıyordu. Bir an aklıma, birkaç ay önce kaybettiğim anneannem geldi. Yaşlı kadından çiceği aldım. Teşekkür etmeme bile fırsat kalmadan yaşlı kadın arkasını döndü ve uzaklaştı. Tıpkı anneannem gibi… O da sessizce beni terketti. Ama hayatımın en güzel hediyesini verdi. Bu hediye şimdi,çok sevgili arabamı süslüyor.
Japon olmayan Japonlar
Sevgili Japon dostlarım, gördünüz mü? Beni dinlemezseniz böyle olur. Ben size kaç kere söyledim, yurtdışında çüzdanınıza dikkat edin, herşeyinizi aynı çanta içinde taşımayın. Paralarınızı, kredi kartınızı ve pasaportunuzu ayrı ayrı ceplerinize yerleştirin diye. Biz babamızdan öğrendiklerimizi hiçbir karşılık beklemeden size öğretiyoruz ama siz hiç dikkat etmiyorsunuz. Tamam dünyanın en güvenli ülkesinde yaşıyorsunuz. Japonya’da bu tür olaylar olmadığından böyle şeylere alışkın değilsiniz. Olabilir ama oralar Japonya değil. Elinoğlu hiç gözünüzün yaşına bakmaz. Her Suimasen (Pardon, Bakar mısınız, Merhaba..) diyen yabancıya güvenmeyin. Bakın son 2 ay içinde Avusturalya’ya giden 63 Japon bu iyi niyetli yaklaşımları sonucu pasaportlarını çaldırdıklarından ülkeye giremeden kös kös Japonya‘ya geri dönmek zorunda kaldılar.
Avusturalya polisine göre sizin pasaportlarınızı çalanlar diğer çekikgözlüler. Özellikle de Çinliler.
Bu çekikgözlüler çetesi Japonlara olan benzerliklerinden faydalanıp girmekte zorluk çektikleri ülkelere ellerini kollarını sallayarak girebilmek için Japon pasaportlarını kullanıyorlarmış. Dikkat edin, çaldırdığınız her pasaport bir Japon olmayan Japon yaratacak.
JAPON SÖZÜ
…Mitsugo no tamashii hyaku made
…3 yaşındaki huy, 100 yaşına kadar devam eder.

Kaplan yılınız kutlu olsun
Nihayet öküz yılını bitirdik de kaplan yılına girdik. Ne kadar kaba bir yıldı öyle, öküz diye yıl ismi mi olur. Bilmeden birine ‘‘bu yıl ne yılı diye” sorsanız, karsınızdaki de gözünüzün içine baka baka Öküz dese ne yapardınız. İnsanın elinden bir kaza çıkabilirdi. Neyse artık geçti. Bu yıl ‘‘Kaplan yılı’’
Japonlar batılı tarih sisteminin yanı sıra iki özel tarih sistemine daha uyuyorlar, bunlardan birisi budist takvim sistemi. Çin kökenli olan bu sisteme göre 12 çeşit hayvan sırayla bir yıla hüküm ediyor. Her hayvan 12 yılda bir tüm bir yıla damgasını vuruyor. Yaratılan bu kısır döngü içinde yer alan yılların isimleri ise sırasıyla ‘‘Fare, Öküz Kaplan, Tavşan, Dragon, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Yaban domuzu’’.
Japonların uyguladıkları ikinci takvim sistemi ise kendilerine özel ‘‘İmparatorluk tarih sistemi’’. Japonya’da yıllar batılı sistemlerde olduğu gibi Hz. İsa’nın doğum tarihine göre ayarlanmıyor. Ülkede takvim sistemi imparatorun tahta çıkışı ile başlıyor ve öldüğü yıl sıfırlanıyor. Ve yeni imparatorun tahta çıkısı ile yeniden başlıyor. Tarih içinde ikidebir sıfırlanan yılların karışmaması içinde yılların başına imparatorların isimleri veriliyor. 1926-1989 tarihleri arasında İmparator Hirohito‘nun imparator olduğu 64 yıla Showa dönemi deniliyor ve tarihlerin başına Showa getiriliyor. Benim doğum tarihim aslında 1964 Japon sistemine göre Showa 39, Çin sistemine göre Dragon yılı. Siz yılbaşı gecesi 1998′in gelişini kutluyoruz zannederken aslında Japon sistemine göre Hesei 10′na girdiniz. Çin Takvim sistemine göre ise bu yıl Kaplan yılı…

Tapınaklar zengin oldu
Japonlar bu sene ülkeye yeterli kar yağmadığı için uzun yılbaşı tatilinde kayak merkezlerine gidemediler. Bu yüzden de yılbaşı gecesi kendilerini dine verip, tapınak tapınak dolaştılar. Tüm ülkede yılbaşı gecesi tam 87 milyon kişi tapınakları ziyaret ederek yeni yıldan beklendilerini tanrılara iletti. Tabii bu beklentiler tanrılara iletilirken tapınaklara yapılan bölümlere biraz para atmayı da ihmal etmediler. Yapılan araştırmalara göre her Japon dileğinin gerçekleşmesi için dilek kutusuna ortalama 47 yen attı. Bu hesaba göre tapınaklar sırf dilek kutularda toplanan paralarla bir gecede 4 milyar Japon Yeni (3.1 milyon dolar) para kazandılar.
Ayrıca Japonlar tapınakları ziyaret ederken yıl içinde kendilerine uğur getireceğine inandıkları çesit çesit sopaları da alabilmek için orlama 2 bin yen para harcadı. Bunların toplamı da 174 milyar Japon Yeni (1 milyar 318 milyon dolar).
Bir yılbaşı gecesinde bile bu kadar buyük paralar toplayabildiklerine göre ülkenin en güçlü kuruluşlarının budist tarikatlar olması hiç de şaşılacak bir olay değil
Ben de tapınaktaydım
Tahmin edeceğiniz gibi dansözsüz bir yeniyıl partisinin düzenlenmesine müsaade edemezdim. Tahmin ettiğiniz gibi de oldu. Müsaade etmedim. Bu sene de Türkiye’den binlerce km. uzakta küçük bir Türk restoranında dansöz seyrederek yeni yıla merhaba dedik. Dansöz Japon’du ama olsun. Birçok Türk dansözden daha güzel dans ediyordu.
Yeni yıla Türk usulü merhaba dedikten sonra, bir de Japonlar ne yapıyor bakmak için sabaha karşı Tokyo’nun en büyük tapınağı olan Meiji’nin yolunu tuttum. Tapınaktan kilometrelerce uzanan insan selinin içine daldım. Japonlarla omuz omuza, ağır ağır ilerleyerek tanrıların olduğu bölüme ulaştım. Binlerce Japonun yaptığı gibi önce asılı bulunan ipi çekiştirerek çanı çaldım. Sonra da bir dilekte bulundum. Ama baktım benim çanı usulca çalmama rağmen, her gelen Japon çanı hızla çekiştirip duruyor. Durur muyum hemen tekrar döndüm, çanın ipini kaptığım gibi tüm kuvvetimle asılarak, bir dakika aralıksız çaldım.
Japonlar çan çalarak tanrılara geldiklerini haber verip, dikkatlerini çekiyorlarmış. Yani Japonlar geldiklerinde tanrılar uyuyorlarsa, kalksınlar da insanların dilekleriyle ilgilesinler diye.
Milyonlarca insan aralıksız çan çalarken tanrılar içerde nasıl uyuyabilirler anlamadım ama, ne olur ne olmaz. Tanrılar duymaz da, dileğim boşa gider korkusuyla uzun uzun çaldım. Fazla çalınan çan göz çıkarmaz ya. Belki çaldığım çanlar İstanbul’dan da duyulur da dileğim yerine gelir.
JAPON SÖZÜ
…Makeru ga kachi

…Kaybetmeyi bilmek kazanmanın başlangıcıdır.
Japonlarla yaşama
Aslında Japonlarla beraber yaşamanın üç aşaması var. Birinci aşamada Japonları çok seviyorsunuz. Dünyanın en iyi insanlarının Japonlar olduğunu düşünüyorsunuz. İkinci aşamada onlardan nefret ediyorsunuz. Dünyada onlardan kötü bir ırkın olabileceğini düşünemiyorsunuz. Üçüncü aşamada ise artık Japonlar size normal insanlar gibi gelmeye başlıyorlar. Onlar hakkındaki tüm abartılı duygularınızı kaybediyorsunuz. Ne çok seviyorsunuz ne de nefret ediyorsunuz.
Japonlar gibi düşünmek ve onları sıradan insanlarla aynı kefeye koymak, yaptıklarını normal karşılamak benim gibi Japonya hakkında yazı yazarak hayatını kazanan birisi için varılabilecek en kötü nokta ama ne yapayım elimde değil. Ne kadar karşı koysam da sonunda beni de kendilerine benzettiler.
Geçen gün Hülya söyledi. Giderek japonlara benziyormuşum. Yemek yerken Japonlardan bile çok gürültü çıkartıyormuşum. Özellikle Ramen (sulu makarna) yerken çıkan gürültü bir sürat motorundan bile çıkmazmış. Ayrıca nezle olduğumda artık mendil kullanmayı bırakmışım, onun yerine ikide bir burnumu çekiyormuşum. Sorulan soruları anlamsız seslerle cevaplıyormuşum.
Hiç farkında değilim. Ne yapayım ‘‘Körle yatan Şaşı kalkar’’ (Öyle hemen manalı manalı gülerek bu sözün altında acayip anlamlar aramayın. Bu söz sadece ‘‘Üzüm Üzüme baka baka kararır’’ anlamında kullanılmıştır…)

Kibar cin
Bu japonlar da bir alem canım. Yok efendim evlerinin kapısı veya penceresi kuzeydoğuya bakmayacakmış. Evlerin kuzeydoğuya bakan yüzlerinin tamamen duvar olması gerekliyormuş; hatta evlerin bahçe kapılarının bile kuzeydoğu istikametine açılması tehlikeliymiş. Neden diye sorarsanız, Japonya’da hayaletler hep kuzeydoğu yönünden gelirlermiş ve yol üzerinde kuzeydoğu istikametine bakan bir kapı veya pencere görürlerse hemen içeri girerlermiş…
Artvin kökenli olmam nedeniyle zamanında çok cin peri hikayesi dinledim. Bir çok arkadaşım bana birbirinden ilginç cin peri hikayeleri anlattı. Ama hayatımıda hiç böyle kapı ve pencereyi kullanarak eve giren cin hikayesi duymadım. Benim bildiğim cinler eve girmek için kapı pencere kullanmak zorunda değiller, onlar istedikleri zaman istedikleri yerden girerler. Bu Japonların cinleri bile pek kibar canım. Nerdeyse eve girmek için kapıyı çalıp izin isteyecekler. Düşünsenize bir gece evde oturmuş televizyon seyrediyorsunuz, filmin en heyecanlı yerinde kapı çalınıyor. gidip kapıyı açıyorsunuz… Aaa o da ne! Bir cin… Kuzeydoğu istikametinden geliyormuş da bakmış karşısında bir kapı. Söyle bir uğrayıp hal hatır sormak istemiş. Ayıp olmasın diye de eve girmek için kapıyı kullanmış.
Yok evin kapısı penceresi Kuzeybatıya bakarsa hayalet girmek için o evi seçermiş. Eğer kuzeydoğu yönünde kapı yoksa gelen hayalet girmek için başka ev ararmış. Vallahi hiç inandırıcı değil. Japonlar yatarken yüzlerini asla kuzeye doğru dönmezler. Hadi bunu biraz anlayabiliyorum. Kuzeydoğu Güneybatı hattı, cinlerin geçiş güzergahı Şimdi gece vakti bu istikamette gelip geçen cinlerle göz göze gelmek de var.
JAPON SÖZÜ
…Jinsei wa füzen no tomoshibi
…Yaşam, rüzgarın önünde yanan bir mumdur.

Birlik, beraberlik ruhu
Yeter artık bağırmayın. Anladık, işinizle çok ilgilisiniz. Ne iş yaparsanız yapın, dükkanınıza gelen müşteriyi yakından takip ediyorsunuz. Ama bunu yaparken bu kadar bağırmak zorunda değilsiniz. Bize de yazık, her zaman sizin bağırışlarınızı dinlemek zorunda değiliz ki…
Bu Japon dükkanlarında acaip bir kural var. Dükkandan içeri kim girerse girsin tüm çalışanlar hep bir ağızdan hoşgeldiniz buyurun anlamında ‘‘irasşaymase’’ diye bağırıyorlar. Müşteri dükkandan çıkarken ise teşekkür ederiz, yine bekleriz anlamında ‘Arigoto gozaymas’ diye haykırıyorlar. Bu sözleri söylerken müsteriyi görmelerine onların gözlerin içine sefkatle bakmalarına gerek yok. Müşteriyi ilk gören ‘‘İrasşaymase’’ diye bağırmaya başlıyor. Ondan sonra ne kadar çalışan varsa hepsi aynı kelimeyi tekrarlıyor.
Bu olayın mantığını sorduğunuz da ise cevap hazır ‘‘müsteri memnuniyeti’’ Sanki böyle bağırmasalar mutlu olmayacağız. Neyse, hadi diyelim böylece bunun mantıki açıklamasını yapıyorlar. Peki ya dükkanda müşteriden para aldıktan sonra yapılan bağırış çağırışlara ne demeli…
Japonya’da özellikle birden fazla kasanın yanyana bulunduğu mağazalarda veya fast food restoranlarda kasiyerler müşteriden aldıkları parayı kasaya koyarken veya müşteriye para üstü verirken birbirlerinden izin alıyorlar. Örneğin müşteri 5 bin yen verdi diyelim. Kasiyer hemen başlıyor bağırmaya ‘‘Beşbin yen aldım, kasaya koyuyorum’’. Diğer çalışanlar ise hep bir ağızdan lütfen anlamında bağırıyorlar ‘‘Onegayşimas’’ Kasiyer paranın üstünü veririrken de bağırmaya devam ediyor. ‘‘Bin yen para üstü veriyorum’’ diğer çalışanlar cevap veriyor. ‘‘Onegayşimas’
Tamam anlıyorum birlikten kuvvet doğar ama bu kadarı da biraz abartılı. Hem kasiyerler koca koca adamlar. Tek başlarına da para alıp verebilirler.
JAPON SÖZÜ
…Hana yori dango

…Bir dilim börek çicekten daha iyi hediyedir.

Bunalıma gir intihar et. Çalıştığın şirket ailene tazminat ödesin
Adam çelik fabrikasında sıradan bir işçi olarak çalışırken bunalıma girip intihar ediyor, ailesi ise hemen fabrika yönetimi ni mahkemeye vererek tazminat talep ediyor. Gerekçe de çok basit, güya babaları fabrika yönetiminin uyguladığı insanlık dışı çalışma koşulları nedeniyle intihara süreklenmiş olabilirmiş. Yani dikkat edin ortada kesin birşey yok. Adam ölürken bir mektup bırakıp da ‘‘İntiharımdan sadece patron sorumludur. Beni çok çalıştırdılar. Onun için intihar ediyorum’’ falan da dememiş. Sadece aile böyle olabileceği kuşkusuyla mahkemeye başvurmuş.
Japonya’da hakimlerin işi yok galiba, onlar da oturmuşlar bu iddiayı ciddi ciddi araştırmışlar. Sonunda da adamın fabrikada normal çalışma koşullarından yüzde 20.3 oranında daha fazla çalıştığını tespit etmişler. Ve bu fazla çalışma süresinin insanın intihar etmesine yetecek bir süre olduğuna karar verip fabrika yönetimini 50 milyon yen (yaklaşık 400 bin dolar) tazimnat ödemeye mahkum etmişler.
Canım böyle şaçma şey mi olur? İnsan çok çalışmaktan bunalıma girermiymiş.Bakın bana, o kadar çalışıyorum yine de mutluyum.
Japonca aslında sanıldığı kadar zor bir lisan değil. Öyle çok değil üç, bilemediniz beş kelime Japonca bilirseniz, Japoncanızla Japonları kendinize hayran bırakabilirsiniz.
Birkaç teknik kelimeyi bilmeniz yeterli. Şimdi sokakta bir Japonla karşılaştınız diyelim. Önce ‘‘konniçiva’’ diyeceksiniz. Yani merhaba. Karşınızdaki Japon tüm kibarlığı ile sizin konniçivanıza aynen cevap verecektir. Sonra hemen hava durumuna bakın, eğer hava soğuk ise ‘‘samui ne’’ yok hava sıcak ise ‘‘Atsui ne’’ diyerek devam edin. Yani havadan sudan konuşabildiğinizi ona gösterin.
Sizin bu Japoncanızı duyan Japon, hayretten gözleri açılmış şekilde size dönerek ‘‘Nihongo o umai des ne’’ yani Japoncanız çok etkileyici demezse ben de Japonlar hakkında hiçbirşey bilmiyorum.
Zaten Japonlar da sokakta birbirleri ile karşılaştıklarında ancak bu kadar konuşuyorlar.
Ha! Bir de Suimasen kelimesi var ki bu çok önemli. Kelime değil. Sanki joker, nerde kullanırsan o anlamı veriyor. Birisine seslenmek için, özür dilemek için, teşekkür etmek için, hatta küfür anlamında bile… Yani aklınıza gelecek her yerde ve koşulda bu sihirli kelimeyi kullanabiliriniz. Hatta karşınızdakine sevginizi gösterebilmek için bile Suimasen diyebilirsiniz.
Allah ne muradınız varsa versin. Allah tuttuğunuzu altın etsin. Bana evinizi kiraya vermek lütfunda bulunduğunuz için size minnettarım. Kira adı altında size her ay binlerce dolar ödemek, benim için çok büyük bir şeref. Bana bu onuru yaşattığınız için şu iki kira tutarındaki meblağı küçük bir hediye olarak lütfen kabul buyurun.
Evet efendim, abartmıyorum aynen böyle. Japonya’da kiracılar evsahiplerine, evlerini kendilerine kiralamak lütfunu gösterdikleri teşekkür parası adı altında iki kira veriyorlar.
Evsahipleri artık bu hediye işine o kadar alışmışlar ki artık teşekkür parası vermeyene ev vermiyorlar. Bekara, öğrenciye, çocukluya derken şimdi de teşekkür etmeyene ev vermeme modası başladı. Vallahi iyi iş, insanlar her ay zaten kira adı altında bir servet ödüyorlar. Bir de bu serveti ödemeden önce servetin ödenmesine olanak sağladığı için teşekkür edebilmek için adama bir servet daha ödüyorlar.
Bu aralar yeni bir ev aradığım için aynı dert benim de başımda. Herifler zorla benden teşekkür parası istiyorlar. Canım keyif benim değil mi? İster teşekkür ederim, ister etmem. İnsana zorla teşekkür ettirilmez ki. Hem belki de ben çok kaba bir insanım.

Karaoke merakı
Bana hiç akıllıca gelmiyor. Ama Japonlar çok seviyorlar, bu yüzden de yapacak bir şey yok. Adamların tek eğlencesi, toplu olarak bir odaya kapanıp saatlerce şarkı söylemek.
Karaoke Japonca’da boş orkestra anlamına geliyor. Yani elektronik bir orkestra eseri seslendiriyor ama solist yok. Solistsiz orkestra mı olur. Alın size birbirinden değerli solistler.
Sanki herifler şarkı söylemek için dünyaya gelmişler ama yanlışlıkla başka işlerde çalışıyorlar. Değme şarkcılara taş çıkartacak kadar güzel söylüyorlar şarkıları. Sıradan bir Japon gelip de Türkiye’de bir kaset yapsa inanın çok kısa bir süre de bir numara olur.
Şimdi nerden çıktı bu Karaoke demeyin.Geçen akşam bir grup Japon ile beraber akşam yemeğine gittim. Yemek sonrası Japonlar tutturdular illa karaoke’ye gidelim diye. Ne kadar karşı koyduysam da başarılı olamadım. İlk karşımıza çıkan karaoke binasından içeri daldık. Koca bina her katta boy boy onlarca oda, tek kişilik de var, 20 kişilik de. Hatta sevgililer için özel iki kişilik odalar da var. İki sevgili kapanıyorlar odaya sonra da saatlerce birbirlerine aşk şarkıları söylüyorlar.
Neyse biz 10 kişi olduğumuz için orta büyüklükte bir odaya doluştuk. Duvarları ses geçirmez malzeme ile örülmüş odada koltuklar yarım ay şeklinde dizilmiş. Yarım ayın açık olan ağız kısmına da Karaoke sistemi yerleştirilmiş. Daha ben aval aval odaya bakarken Japonlardan biri aldı sazı, pardon mikrofonu başladı söylemeye. Ama o kadar ciddi söylüyor ki sanırsınız çok hayati bir konuşma yapıyor. Bir kişi söylüyor diğerleri pür dikkat onu dinliyor.
Öyle el çırpmak eşlik etmek falan yok. Şarkı söyleyenin konsantrasyonunu bozacak şeyler yapmak yasak. Adam büyük bir ciddiyet ile şarkısını tamamladı. Şimdi de herkes merakla duvardaki bir tabelaya bakıyorlar. Meğer makine her şarkıdan sonra puan veriyormuş. Millet heyecanla puanı bekliyor. Elektronik jüri açıkladı. 100 üzerinden 98. Ben hemen döndüm tebrik ederim diyeceğim ama baktım adam dokunsan ağlayacak. Niye bu kadar üzüldü hiç anlamadım. Ama daha düşünmeme fırsat vermeden bir başkası kaptı mikrofonu, programını icra etti Eletronik Jüri 100 puan verdi.
Var mı öyle bensiz söylemek dedim hemen mikrofonu kaptım, Hotel California’yı söyledim. Ama jüri hakkımı yedi. Millet en az 98 alırken biz ala ala 20 aldık. Çok bozuldum.
Ama şimdi yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım. Bu seviyeye kolay gelinmiyor. Bu seviyeye gelebilmek için günde en az bir saat çalışıyorlar. Kapanıyorlar tek kişilik karaoke odalarına günlerce çalışıyorlar. tek hedef ise toplu olarak gidilecek Karaoke toplantısında arkadaşlarını etkilemek.
JAPON SÖZÜ
…Bushi wa kuwanedo taka-yoji
…Bir samuray yemek yemese bile kürdanını dik tutar.
Anlaşılan Japon sigortacıların sigara ile başları dertte. Baksanıza sigaranın neden olduğu hastalıkların tedavileri için milyonlarca yen para ödemek zorunda kalan sigortacılar sonunda yeni bir kampanya düzenleyerek, sigarayı bırakmaları halinde tiryakileri bir yıl ücretsiz sigorta yapıyorlar.
Şimdi hemen Türk mantığı ile sigorta şirketine gidip ‘‘Ben sigara içiyordum ama bıraktım hadi beni sigortalayın’’ demeyi düşünmeyin. Öyle yağma yok. Japon sigortacılar işi sağlama almışlar. Bir yıl ücretsiz sigorta olabilmeniz için en az bir yıl süreyle hiç sigara içmemeniz gerekiyor. Ayrıca bu gerçeği sadece söylemeniz de yetmiyor. Bilimsel verilerle de ispat etmek zorundasınız. Eğer bedava sigorta olmak istiyorsanız nefes kontrolüne razı olacaksınız.
Sigorta şirketleri, sigarayı bıraktıkları iddiası ile kendilerine başvuran tiryakileri önce bir balona üfletiyorlar. Sonra da bu balon içindeki havayı, laboratuvar ortamında bir dizi teste tabi tutuyorlar. Bu test sonuçlarında tiryakinin en az 365 gündür sigara içmediği anlaşılırsa bedava sigortayı hak ediyor.
Şimdi haklı olarak ben de bu sistemden yararlanmayı düşünüyorum ama kafama takılan bir soru var. Japonlar bir sene sigarayı bırakan bir tiryakiyi bir yıl bedava sigortalıyabiliyorlarsa, benim gibi 3 sene önce sigaraya veda eden bir eski tiryakiyi de 3 yıl bedava sigortalayabilirler.
Düz mantık kullanarak ulaştığım bu sonuç bana çok mantıklı gelmesine rağmen, bu konuda bir türlü Japonları ikna edemiyorum

Beyaz dantelli taksi
Ne bu canım, böyle tüm taksiler pırıl pırıl ben böyle temiz taksiye binmeye alışkın değilim. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar temiz taksi yok. Hem artık siz bu temizlik işini abartınız canım. Makam arabasına mı biniyoruz, taksiye mi? Yoksa eve mi konuk mu oluyoruz? Belli değil.
Kir belli olsun diye tüm taksilere dantelli beyaz örtü takılır mı? Dünyada tüm taksi şoförleri kir belli olmasın diye koyu renkli koltuk kılıflarını tercih ederken siz tam tersini yapıyorsunuz. Biz küçükken, televizyon ve telefon gibi son teknoloji ürünü eşyalar yeni alındığında annem onların üzerine beyaz dantel örtüler orterdi. Ama hergün yüzlerce insanın inip bindiği taksiye beyaz örtü koymak hiç akıl karı değil. Hem şoförlere de yazık canım. Günde 3 defa örtü değiştiriyorlar. Gerçi siz de temiz tutmaya gayret gösteriyorsunuz ama ne de olsa örtüler beyaz.
Hadi beyaz örtüleri anladık diyelim, kapıların otomatik açılıp kapanmasına ne demeli. Neymiş efendim kapı kolları kirli olabilirmiş. Müşterilerin kapı kollarına ellerini sürüp kirletmemeleri için kapılar otomatik olarak açılıp kapanıyormuş. Bu bana hiç inandırıcı gelmiyor. Madem sırf yolcuların eli kirlenmesin diye bu otomatik kapıları koyuyorsunuz. O zaman ben taksilerin kapısını kendim açmaya çalıştığımda niçin bana kızıyorusunuz. Tamam şimdi öğrendim ama ilk geldiğim zamanlar, taksi şoförlerinden az fırça yemedim. Ben nereden bilebilirdim kapılarınızın otomatik açılıp kapandığını. Diğer yabancılar da benim gibi kapılarını kendileri açıp kapamak istedikleri için onları taksilerinize almamak da ne oluyor. Hiç yakıştıramadım.

Merhaba Gantu
30yıl aradan sonra Japon tersanelerinde inşa edilen ilk Türk gemisi ‘Gantu‘ dün törenle denize indirildi. Tankerin denize indirilmesi için düzenlenen törene Türkiye‘nin Tokyo Büyükelçisi Gündüz Aktan, Elçi Müsteşar Engin Yazıcıoğlu, Dünya Denizcilik Ve Ticaret AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Suay Umut ve Japon yetkililer katıldı. Japonya’nın güneyinde Onomichi tersanelerinde inşa edilen 46 bin 500 grostonluk tanker Ağustos’ta seferlere başlayacak.
Yukardaki haberi yazmak için toplam tamı tamamına 12 saat yolculuk. Tokyo’dan Hiroshima’nın küçük tersane kasabasına gidebilmek için bir günüm yollarda geçti. Tamam haklısınız. Bu haberi olay yerine gitmeden de yazabilirdim. Ama o zaman koca koca gemilerin ince bir ip ile karaya bağlandıklarını hiçbir zaman öğrenemezdim. Gerçi bazı kendini bilmezler gemilerin zincirlerle bağlı olduğunu söylüyorlar, ama ben gözlerime mi inanacağım yoksa onlara mı?
Geminin sahibi Suay Umut tören alanında eline verilen küçük bir balta ile gemiyi tutan ince ipi kesince gemi suya indi. Demek ki başka hiçbirşey tutmuyor. Öyle olsa ip kesilince de gemi yerinde durması lazımdı.
Gerçi çok hazırlanmıştım. İpi ben kesecektim, Kestikten sonra da Türk Japon ilişkileri hakkında kısa bir konuşma yapacaktım. Ama geminin sahibi benden atik davranıp baltayı ele geçirince tüm umutlarım suya düştü. Bir ara saldırıp baltayı elinden alayım diye düşündüm ama olacak gibi değil. Koca koca adamlar bir ipi paylaşamadılar dedirtmemek için vazgeçtim. Hem canım adamcağız milyonlarca dolar masraf yapmış. Şimdi baltayı elinden alıp kesmek ayıp olur.
Ama bir dahaki sefere baltayı kimseye kaptırmam. Nasıl olsa Gantu’nun kardeşi Gansu da gelecek ay suya indirilecek. Hem artık işin püf noktasını öğrendim. Kendi baltamı kendim getireceğim. Kimseyi beklemeden ipi kesip gemiyi suya indireceğim.

JAPON SÖZÜ
…Au wa wakare no hajime
…Buluşmak ayrılmanın başlangıcıdır.
JAPON SÖZÜ
… Keiken wa gusha desae mo kashikoku suru
…Tecrübe sahibi aptal bile akıllı görünür.

Dünya gözüyle bir görelim dedik
Tokyo Narita havaalanında görevli gümrük polisleri geçen hafta içinde ülkeye turist olarak girmeye çalışan 4 Pakistan’lıya giriş izni vermeyerek ülkelerine gönderdi. Bunlar da artık çok olmaya başladılar canım. Şimdi nerden anladınız. Koca koca adamların yalan söylediğini.
Neymiş efendim Pakistanlı grubun turist olmadığını tek soru sorarak anlamışlar Nasıl oluyor da insan tek soru sorarak, karşısındaki insanın yalan söylediğini anlıyor, işte bunu anlayamıyorum. Bu kadar yıllık gazeteciyim kimseyi tek soru sorarak yalan söylediğini anlayamadım.
Japon görevliler iki turist iki rehber toplam dört kişiden oluşan Pakistanlı turist grubunun Narita havalanında gümrük kontrolüne girdiğinde sordukları ‘‘Japonya’ya niçin geldiniz?’’ sorusana verdikleri yanıttan Pakistanlıların yalan söylediğini anlamışlar.
Şimdi siz de Pakistanlıların ne cevap verdiğini merak ettiğiniz değil mi? Yok canım o kadar acaip bir cevap değil. Sadece ‘‘Dünya gözü ile Tokyo‘yu bir görelim dedik. Onun için de kalktık geldik’’ demişler. Üzerine bir de yemin billah etmişler, ama vicdansız Japon gümrükçüleri bir türlü inandırmayı başaramamışlar.
Ne var yani Pakistanlı turistlerin gözleri görmüyorsa, hem size ne canım, Körler turist rehberliği yapmayacak diye bir kural mı var. Hem bunların ne önemi var. Baksanıza adamlar yemin billah edip dünya gözü ile Tokyo’yu görmek için geldiklerini söylüyorlar. Japonlar ise hala bunun nesini inandırıcı bulmuyorlar anlamıyorum.
Pirinç ezmeleri yasaklansın
Buradan Japon yetkililere seslenmek istiyorum. Hemen Kanun hükmünde bir kararname çıkartarak, ülkede ne kadar pirinç ezmesi satan dükkan varsa hepsinin kapatılıp pirinç ezmesi yenilmesini yasaklamalarını istiyorum. Bu ‘‘mochi’’ denilen pirinç ezmesi yüzünden Türkiye az kalsın benim gibi çok değerli bir yazarını kaybediyordu.
‘Bu kadar tehlikeli ise sen de yeme” diyebilirsiniz ama, zannettiğiniz kadar kolay değil. Bu mochi’nin insanın karşısına nerede çıkacağı hiç belli olmuyor. Mesela okonomiyaki içinde de mochi varmış, ben bilmiyordum. Boğulurken öğrendim, az kalsın bazıları bana ‘‘artık vakit çok geç’’ diyeceklerdi ama allahtan şansım yardım etti de son saniye boğulmaktan kurtuldum.
Efendim şimdi bu Hiroshima’nın Okonomiyaki’si çok meşhur. Okonomiyaki de ne ola ki demeyin, aslında kızgın saç üzerinde pişirilen bir çesit makarnadan başka birşey değil. Makarnaların altında çok ince bir krep hamuru üzerinde ise bir kat yumurta var. Arasında aklınıza ne gelirse… Lahana, et, deniz ürünü ve tabi ki mochi denilen katil pirinç ezmesi. Eh Hiroshima’ya kadar gitmişken sadece barış müzesini gezip de geri dönmek olmaz diye müze ziyaretinden önce bir okonomiyaki restoranına gittim. Canım restoran dediysem öyle lüks bir yer zannetmeyin. Ortada kocaman bir saç masa, insanlar etrafına sıralanmışlar. Şef ortada herkesin siparişini gözünün önünde yapıyor.
Neyse efendim uzatmayalım, biz bu okonomiyaki içinde ne var ne yok diye sorup da cahilliğimiz belli olmasın diye, sanki kırk yıllık okonomiyaki yiyicisi gibi, ‘‘bana bir tane karışık okonomiyaki büyük boy olsun’’ dedik.
Sevgili aşçı teyzenin 3 dakika gibi kısa bir sürede hazırladığı Okonomiyaki’yi yiyebilmek için tam yarım saat harcadım. Bu arada Okonomiyaki içine konulan mochi’ler nedeniyle de birkaç kez boğulma tehlikesi geçirdim.
Canım bu pirinç ezmeleri de bir türlü bitmek bilmiyor. Çiğnedikçe insanın ağzında çoğalıyor da çoğalıyor. Bir küçük parça mochi’yi yutabilmeniz için en azından 10 dakika çiğnemeniz gerekiyor. Hiçbir gazetecinin bir küçük lokmayı 10 dakika çiğneyecek kadar bol vakti olmadığı için ben de küçük parçaları söyle bir iki çiğnedikten sonra yutayım dedim, ama ne mümkün. Boğazıma takıldı kaldı. Ne ileri, ne geri hiç hareket etmiyor. Hani nerdeyse öbür tarafa gideceğiz. Neyse son bir çabayla yutmayı başarıyorum. Tam kurtuldum derken, bir başka parça takılıyor boğazıma.
Aman sizde hemen şuçu bana atmayın. Tamam ben mochi yemeyi bilmiyorum peki bu yaşlı Japonlar da mı bilmiyor… Her yıl yüzlerce yaşlı Japon bu pirinç ezmesi yüzünden telef olup gidiyor. Çok değil, birkaç ay önce yeni yılı mochi yiyerek kutlamak isteyen 21 yaşlı Japon çeneleri piriç ezmelerini çiğnemeye yetmediği için öylece yutmaya çalıştıklarından boğularak öldüler.
Sayın yetkililer, gördüğünüz gibi bunun yemek yemeyi bilmemekle bir alakası yok. Sizden özellikle rica ediyorum, bu pirinç ezmesi denilen şeyleri yasaklayın. Tamam itfaiye müdürlükleri aracılığı ile belirli aralıklarla, vatandaşları ‘‘mochileri dikkatli yiyin diye uyarıyorsunuz ama bakın pek etkili olmuyor.
İnsafsızlar
Nedir bu canım, bu kadar da olmaz artık tamam dünyanın en uzun köprüsünü yaptınız, köprünün yapımı için 500 milyar Japon Yeni harcadınız anlıyorum ama tüm harcadığınız parayı benden çıkartmak zorunda değilsiniz. Hem kimse size küçük Awaji adasını Honshu adasına bağlamak için bu kadar büyük bir köprü yapın demedi. Hem canım insanın da belirli bir bütçesi var, bir köprü görmek için yüzlerce dolar geçiş ücreti verince sarsılıyor.
Hadi köprüyü görmek için bu kadar paraya kıydınız diyelim, Herşey bir köprü parası ile bitse iyi, yok köprüden önceki otobanın parası, yok köprüden sonraki otobanın parası. Yok efendim iki otobanı birbirine bağlayan ara yolların paraları. Deli Dumrul’un köprüsü gibi geçsen bir türlü geçmesen bir türlü. Hem canım bizim Deli Dumrul’un adı çıkmış, sizinki daha beter.
Bence o dünyanın en büyük köprüsü olmasının yanı sıra en pahalı köprüsü de.
Tabii bu kadar para ödeyen Japonlar sadece köprüden geçip yollarına devam etmiyorlar. Köprü şimdilerde Japonya’nın en gözde mesire yerlerinden birisi. Köprüyü görmek için Japonya’nın dört bir yanından Akashi’ye turlar düzenleniyor. Bu turlarla dünyanın en uzun köprüsünden geçme bahtiyarlığına erişen şanslı Japonlar, köprü manzaralı tepenin üzerinde kurulan dinlenme tesislerinde köprüye bakarak piknik yapıyorlar. Japon harikası köprülerini seyrederek çay içiyorlar.
Dünyanın en çok fotoğraf çeken insanları olarak tanınan Japonların köprü manzaralı fotoğraf çektirmemeleri düşünülemez bile. Bunu bilen uyanık bir fotoğrafçı tası tarağı toplayıp tezgahı en güzel köprü manzarasının olduğu yere kurmuş. Yüzlerce Japon sırada. Birara fotoğrafçıya rakip olup yol parası adı altında kaptırdığım paraları geri almayı bile düşündüm.
JAPON SÖZÜ
… Sooshıkı sunde ısha banashı
… Öldükten sonra doktorun yararı olmaz.
Park yeri arıyorum
Park yeri olmayan veya park yeri kiralamayan bir Japonun araba alma hakkı bile yok. Öyle park yeri deyip geçmeyin. Kolay kolay bulunmuyor. Eğer müstakil bir evde oturuyor ve evinizin özel bir garajı varsa sorun yok. Trafik tescil şubesine evinizin belediyeden onaylı imar planını gösterip park yeri sahibi olduğunuzu ispat ederek hemen plakanızı alabilirsiniz.
Apartmanda otuyorsanız işiniz daha zor. Eğer apartmanın yeterli sayıda park yeri varsa apartman idaresine başvurup, evinizin bulunduğu mevkiye göre 200 ila 600 dolar arasında değişen aylık kira karşılığı bir park yeri kiralayabilirsiniz.
Yok eğer apartmanınızın yeterli sayıda park yeri yoksa işte o zaman yandı gülüm keten helva. Hiç şansınız yok demektir. Doğru bir emlakçıya gideceksiniz ve evinizin yakınlarında bir park yeri olup olmadığını soracaksınız. Emlakçınız size evinize beş dakikalık bir yürüme mesafesinde 400 dolar civarında bir aylık kira bedeli karşılığı bir park yeri buldu. (Gerçi bu pek mümkün değil ya neyse buldunuz diyelim).
Önce park yeri sahibine park yerini size kiralamayı kabul ettiği için bir kira bedeli teşekkür parası vereceksiniz. Yani parası mukabilinde de olsa sahip olduğu park yerine arabanızı parketmenize müsaade ettiği için para vereceksiniz.
Park yeri sahibine bir kira bedeli teşekkür ettikten sonra, park yerine herhangi bir zarar vermeyeceğiniz konusunda onu ikna edeceksiniz ve park yerine bir zarar vermeniz karşılığında el konulmak üzere bir aylık depozit vereceksiniz.
Şimdi ‘açık park alanına nasıl zarar verilir’’ demeyin. Daha ben de nasıl zarar verilebileceğini tespit edemedim. Ayrıca durun daha yapacağınız ödemeler var. Bir kira bedeli de emlakçınıza vermek zorundasınız. Sizin için uğraştı, didindi ve sonunda bir park yeri buldu. Eh parayı hakketti yani.
Anlayacağınız vasat bir semtte çok sıradan bir otopark alanında bir park yeri kiralayabilmeniz için teşekkür parası, depozit ve emlakçı parası derken binbeşyüz dolara yakın para harcayacaksınız. Her ay vereceğiniz 400 dolar da cabası. Temiz ikinci el bir otomobilin bin dolara alındığı bir ülkede araba alabilmek için bir de binbeşyüz dolar vererek park yeri kiralamak pek akıllıca gelmiyor ya neyse.
Arabada ne yapılır
İşte size on puanlık uzman sorusu, araba kullanırken ne yapabilirsiz?
Müzik dinleyebirsiniz, cep telefonu ile konuşabilirsiniz, Yanınızdaki ile muhabbet edebilirsiniz, sigara tellendirip, çay kahve içebilirsiniz. Başka eh varsa küçük televizyonunuz, televizyon seyredip oranızı buranızı kaşıyabilirsiniz. Hepsi bu değil mi?
Hayır eğer Japonsanız yapacak daha çok şey var. Örneğin araba kullanırken makyaj yapabilirsiniz. Öyle bozulan makyajınızı tazelemenizden bahsetmiyorum. Sıfırdan oturup makyaj yapmaktan bahsediyorum.
Sabah işe yetişmek için acele ile sokağa fırlayan bayanlar tüm makyajlyarını araba kullanırken yapabiliyorlar. Saçlarına fön çekmek dahil. Veya iş çıkışı bir partiye yetişmek zorunda olanlar makyajlarını tazelemenin yanı sıra elbiselerini bile değiştirebiliyorlar.
Hatta bazı Japon sürücüler kırmızı ışıkta beklerken birkaç saniye bile olsa uyuyabiliyorlar. Ama tabi bu süre içinde derin uyuya kalma tehlikesi de yok değil. Geçen akşam trafiğin en yoğun olduğu saatlerde kalabalık caddede kırmızı ışıkta bekleyen araçlardan birinin şoförü mışıl mışıl uyuyordu. Diğer araç sürücüleri de uyuyan şoförü rahatsız etmemek için korna bile çalmadan arabanın etrafından dolaşıp yollarına devam ediyordu.
Bir ara inip uyandırayım diye düşündüm ama baktım diğer Japonlar korna bile çalmıyor, Herhalde bir bildikleri vardır. deyip ben de diğer Japonlar gibi hiç gürültü yapmadan yanından dolaşıp yoluma devam ettim.
JAPON SÖZÜ
…Seken no kuchi ni towa taterarenu.
…Kırıntılar bile birgün dağ olur.
Japonlar’ın Müslümanlığı
TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç, Tokyo’da Japon İmparatoru Akihito tarafından kabul edildikten sonra Tokyo Camii’ni de ziyaret etmiş. Caminin kısaca tarihçesi şöyle. 1917 Rus ihtilalinde SSCB’den kaçan Kazan Türkleri tarafından inşa edilmiş. Bir depremde yıkılmış. Daha sonra Muharrem Hilmi Şenal isimli bir mimarımız tarafından yeniden inşa edilmiş. Masrafı da Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı, dolayısıyla Türk devleti karşılamıştı. 9 Haziran 2000’de de ibadete açıldı.
Japonların Şintio denen bir dine mensup oldukları söylenir. Japonya gibi uzak bir diyarda, cami, dernek, külliye ve Türklerin olması lobiciliğimiz adına önemli bir kazanç. Bu bakımdan Meclis başkanımızın resmi ziyaretlerini müteakiben oraları gezmesi, Türkleri ziyareti isabetli olmuştur. Muhakkak ki Japonya’da Türk olmayan Müslümanlar da vardır. Onların varlığı da bizim lehimize bir imkân. Devlet protokolünden bir ismi aralarında görmek bu insanları mutlu kılmıştır. Gerek Arınç’ın o kadar uzaklıktaki bir ülkede klasik dönem mimari stilindeki bir eserimizle karşılaşması, gerekse orada yaşayan değişik ırklardan Müslümanların lider saydıkları bir devletin parlamento başkanıyla kucaklaşmaları belli ki çok değişik bir psikolojik hava doğurmuş. Bülent Arınç, camide birkaç kişiyle gezerken, belki de bir sual üzerine şöyle demiş: “Umarım, Japonlar da İslam’ı tanıdıkça, bu camiye gelip ibadet edenleri gördükçe hak dinine intisap edeceklerdir.” Sözleri kendi kendine mırıldanmış da olabilir. Bu cümle dün manşetlerdeydi. Diplomatik gaf vs. olduğu iddia ediliyordu. Çok mübalağa edilmiş bir haber. Sayın Arınç, Japon devletiyle alakalı konuşmuyor. Dile getirdiği Japon halkı için bir temenniden ibaret. Bunun da sebebi var. Japonlar, İslam dinine girmek için Abdülhamid zamanında bir-iki kere İstanbul’la temasa geçmişlerdi. Bir kere onlar heyet gönderdiler. Bir kere de biz. Bizim heyet Ertuğrul gemisiyle gidiyordu. Maalesef Japon denizinde battı. Hadiseye “Ertuğrul Faciası” denir. Bülent Arınç bundan haberdar. Onun için isim vermeden bu arayışa atıfta bulunuyor. Yoksa Japonların dinine bir şey dediği yok.
İşte pirenin deve yapılmasındaki hikâyenin özü.
Üstelik Japonlar, Müslüman olsaydı fena mı olurdu?
İnşallah olurlar.
Umarız ki sevimli, Japon milleti bir gün Müslüman olur. Onları sadece dost değil, kardeş de sayarız.
Ağustos ayında IMF-Dünya Bankası Toplantıları için Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’ta idik.
Türk heyetinin başkanlığını Devlet Bakanı Recep Önal yapıyordu. Heyette Selçuk Demiralp, Gazi Erçel gibi ekonominin zirve yöneticileri bulunuyordu.
Prag görüşmeleri “iyi gidiyor” durumdayken Ankara’dan gelen haber ortalığı karıştırmış, moralleri bozmuştu.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer üç kamu bankasının önce özerkleştirilip sonra özelleştirilmesine yönelik KHK’yı hükümete iade etmişti.
Bu iade “Kanun Hükmündeki Kararnamede hukuka aykırılık var. Ben Cumhurbaşkanı olarak bunu imzalamam. Gidin Meclisten geçirin” anlamı taşıyordu.
Peki Sayın Cumhurbaşkanımızın hükümeti kızdıran, Başbakan Bülent Ecevit’in sert tepkisine yol açan bu kararı neye yol açmıştı?

Havuz sefası
Artık Japonya’da insanlara sokağa çıkabilmeleri için ‘‘Tek-Çift’’ uygulaması getirmeye karar verdim. Yok yok, arabalara değil, insanlara… Tek sayılı günlerde doğanlar bir gün, çift sayılı günlerde doğanlar diğer gün sokağa çıkabilecekler. Ne yapayım canım herkes aynı anda sokağa çıkarsa Tokyo yetmiyor.
Tamam tamam haklısınız suç bende, bu kadar yıldır Japonya’dayım, Japonların tatil olduğu günlerde evden dışarı adım atmamayı öğrenemedim. Ne yapayım biraz geç öğreniyorum galiba.
En son Japonların tatil olduğu bir gün ilahi dağları Fuji-San’a tırmanıp kafamı dinlemek istediğimde boyumun ölçüsünü almıştım. Bırakın dağda tek başıma kalmayı kalabalıktan doğru dürüst yürüyememiştim bile.
Meşhur Fuji tırmanışı ders olmamış olacak ki geçen haftasonu da şöyle bir havuz sefası yapayım diye Tokyo’nun en büyük havuzu olan Toshimaen’e gittim.
‘‘Deniz Günü’’ nedeniyle tatil olan binlerce insanın da benim gibi düşünüp denize gitmek yerine havuza geleceklerini nereden bilebilirdim ki…
Aslında siz benim havuz dediğime bakmayım. Dil alışkanlığı işte, yoksa bir havuzlar silsilesi. Binlerce dönüm araziyi çevirip, içini suyla doldurmuşlar, olmuş size havuz.
Siz okyanus dalgalısında mı yüzmek istersiniz? Yoksa nostaljik duygularınızı tatmin edebilmek için dere gibi akıntılı olanında mı?
Sizi bilmem ama ben okyanus dalgalarıyla boğuşarak, yüzme konusundaki maharetlerimi dosta-düşmana göstemeye kararlıydım. Ama nerdee, bırakın okyanus dalgalarıyla boğuşmayı, insanlarla boğuşmaktan okyanus dalgalarına fırsat kalmıyor ki. Kendini okyanus dalgalarıyla boğuşmaya hazırlamış binlerce insan okyanus dalgalarını gögüsleyebilmek için birbirlerini boğazlıyor.
‘‘Okyanus dalgalarıyla boğuşarak maharetimiz göstermek zorunda değiliz ya biz de kulaç atarak maharetimizi gözterelim’’ diyerek olimpik havuzlar kısmına geçtik. Hayda o da ne? Binlerce insan havuz içinde zıplayıp duruyor. Bırakın yüzmeyi su içinde ayakta dikilecek bir yer bulan kendini şanslı sayıp çığlıklar atıyor.
‘‘Sportif kişiliğimize uygun yer çok, eğer olimpik havuzda yüzemiyorsak biz de tramplenden atlarız.’’ diye düşünüyorum. Ama nerdee, tramplenin en yüksek noktasına çıkıp alamak için yüzlerce insan sıra bekliyor.
Dere akıntılısı, oyun havuzu dolaşıp dururken ayağımızı suya sokamadan akşamı ettik. Tesislere girebilmek için o kadar para vermişim, şimdi suya girmeden dönmek de olmaz. Ne yapayım ben de su içinde dikilecek bir yer bulduktan sonra, zıplayıp çığlıklar atarak suyun tadını çıkartmaya çalıştım.

Dünyanın en pahalı yürüyen merdiveni
Aldatıldım. Kesinlikle söylüyorum aldatıldım. Hem de din adamları tarafından kandırıldım. Sadece 30 basamak olduğunu bilseydim, o kadar parayı hiç verirmiydim.
‘‘Gezeyim göreyim, kültürümü arttırayım’’ aktivitileri çercevesinde Tokyo yakınlarındaki Enoshima adasına gittim. Hazır buraya kadar gelmişken buranın tanrısını ziyaret etmeden olmaz diyerek, tanrının tapınağına gitmeye karar verdim.
Sanki başka yer yokmuş gibi gitmişler tapınağı adanın en yüksek tepesine kondurmuşlar. Tapınağın merdivenlerini de otomotik yürüyen merdiven haline getirmişler.
Şimdi içinizden ‘‘Medeniyet işte’’ dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Yürüyen merdiven tanrıya ulaşmak isteyen insanlara hizmetmiş. İnananlar tanrıya ulaşırken yolda yorulmasınlar diye tapınağa çıkan merdivenleri otomotik yürüyen merdiven haline getirmişler.
Ama öyle bedavacılık yok. Yürüyen merdivenlerde rahat rahat çıkmanın bir bedeli var. Rahipler kapıda oturmuş bilet kesiyorlar. 30 basamak çıkmanın bedeli 4 dolar.
Yok efendim insanlara hizmet ediyorlarmış da. Bu merdivenin bakım ve onarım masrafları için para alıyorlarmış. Japonuz ya biz de inandık. Madem insanların yorulmadan tanrıya ulaşmasını istiyorsunuz da niçin tapınağı dağın tepesine yaptınız?

Bankacılık kredileri tehlikeye girmişti
Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Türk hükümetinin imzaladıkları üç yıllık stand-by anlaşması doğrultusunda FSAL kredisi kullandıracaktı.
Mali Sektör Uyum Kredisi adını taşıyan bu yardımın karşılığı 750 milyon dolardı.
Japon Hükümeti de FSAL’a ayrıca destek verecekti. Japonlar’ın yardım sözleri ülkemizde unutulmuştu.
Meclis tatile girmişti. Dünya Bankası Türkiye Temsilcisi Ajay Chibber ekonomi bürokratlarına “İşi geciktirmeyin, 25 Aralık’tan önce bu kanunu görmemiz lazım” şeklinde ültimatom veriyordu.
Krediler tehlikeye girmişti.
Ama korkulan olmadı. Ve TBMM ilgili kanunu çıkardı. Cumhurbaşkanı Sezer de imzaladı.
Dünya Bankası kredisinin önü artık açılmıştı.
Recep bey söylemek istemiyor ama..
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Recep Önal Tokyo sohbetlerimizde “FSAL kredisi işini fazla dillendirmek istemiyorum. Bil ama kurcalama” cümlesini sık sık kullanıyordu.
Kusura bakmayın Recep bey…
Bu güzel çalışmanızın güzel karşılığının ne olacağını vatandaşlarımız da bilsinler.
Bir aksilik son anda görülmez ise, beklenmedik Japon kredisi gümbür gümbür geliyor.
Hem de ne kredi.
Bankacılık alanında kullanılacak maddi desteğin tutarı 500 milyon ile 750 milyon USD seviyesinde olacak.
Türk dostu Japonlar, hükümete Ramazan Bayramı hediyesi sunuyor.
Devlet Bakanı Recep Önal’ın Japonya’nın eski Başbakanı ve halen Maliye Bakanı görevindeki Kischi Miyazava ziyaretinin amacı işte bu FSAL kredisi..
Sürprizi beğenmediniz mi?
Japonlar on dinleyip bir konuşuyor..
Rahmetli Hacı Osman dedemin “İyi düşün, öz konuş. Sen kazanırsın” öğüdünü pek yerine getiremesem de hiç unutamam.
Japonlar aynen böyle.
Karşısındakinden on cümle dinliyor ancak bir cümle konuşuyorlar.
Otelde resepsiyon görevlisine para vereceksiniz, belki onbeş dakika rahatlıkla bekliyorsunuz.
Garsona yemek siparişi veriyorsunuz azamî yarım saat oturmak zorundasınız.
Bunu “tembellik” olarak değerlendirmeyin.
Mükemmeli yapmak için hazırlanıyorlar.
Devlet Bakanı Recep Önal “Temaslarımda net bir şey görüyorum. Japonlar çok iyi düşünüyorlar. Bizim basit teferruat diye üzerinde durmadığımız konuları defalarca anlattırıp dinliyorlar. Önemli olan Japonlar’a konunuzu iyi anlatmak… Belki saatler, günler sürebilir. Yorulursunuz, canınız sıkılabilir. Sonuca böyle ulaşabilirsiniz” diyor.
Önal, Japonlar’ın İstanbul Boğazı Tüp Geçişi, Yap-İşlet-Devret projeleri ve Bozüyük-Mekece otoyoluna anahtar teslimi talip olmaları için mücadele verdiklerini de sözlerine ekliyor.
Üzülerek ayrılıyorum…
Doyamadım Japonlar’dan aldığım derslere…
İnsanlığı, dürüstlüğü, adaleti kaldığım dört günde her dakika hissettim.
Örfe geleneklere bağlılığı Japonlar’da gördüm.
Osmanlının büyüklüğünü hatırlattılar.
Üzülerek ayrılıyorum… İnşallah yine geliriz sevgili Japon dostlarımız.

Japonlar ASLA ‘HAYIR’I KULLANMAZ
Bir Japon için güven, her şeyin başıdır, kesinlikle size yüzde yüz güvenmelidir.
Japonla konuşurken çok dikkatli olun. Gözünüzden, mimiklerinizden, beden dilinizden numara yapıp yapmadığınızı kesinlikle anlar. Beyaz yalanı bile kabul etmezler.
Siz ve firmanız hakkında çok derin araştırmalar yapar.
Dürüst değilseniz, Japon gözünde hiçbir değeriniz yoktur.
Söylediklerinizi uzun uzun not alır, asla unutmaz.
Aile yaşantısına çok önem verir.
Kravatlı olun ve koyu renkli giysileri tercih edin.
Japonya’da hayır kelimesi hiç kullanılmaz, en büyük hakaretlerden biridir. Evet’in bazı tonlamaları, onlarda hayır anlamına gelir. Bazı bakışlar, hareketler de hayır anlamına gelir.
Saygı çok önemlidir. Ciddiyetinizi hiç bozmayın, ağzınızdan çıkacak kelimeyi dokuz kere düşünün.
Japon ihaneti ve suiistimali asla affetmez.
Japonya’da paraşütle inme, tepeden inme diye bir şey yoktur. Üst makamlara alttan yetişenler gelir.

Zorunlu trafik dersi
Japonların yaptıkları da insan haklarına sığmaz. Neymiş efendim trafik kurallarını ihlal edildiği için sadece para cezası ödemek yetmezmiş. Kuralların ihlal edilmesi cahilliğin göstergesiymiş ve bu yüzden de kesinlikle eğitilmek gerekiyormuş.
Öyle eğitimden kaçış yok, ‘‘size ne kardeşim, ben cahil doğdum cahil öleceğim’’ diyerek, bu işten kurtulamıyorsunuz. Japonya‘da ehliyetler üç senelik veriliyor ve bu süre içinde bir trafik suçu işlediyseniz, özel bir eğitimden geçmeden yeni ehliyetinizi alamıyorsunuz.
Diyelim arabanızı yol kenarına parketiniz. Polis gördü ve ceza yazdı. Siz de paşa paşa 16 bin yen (yaklaşık 125 dolar) nakit para cezasını ödediniz. Ama bununla kurtulduğunuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu işin sadece para ödemekle bitmediğini ehliyetinizi yenilemeye gittiğinizde anlıyorsunuz. Ama artık çok geç.
Polis merkezinde diğer cahil arkadaşlarınızla bir sınıfa dolduruluyorsunuz. İşte asıl eziyet şimdi başlıyor. Emekli polis memurları uzun uzun anlatıyorlar. Sonra da aynı hataları tekrarlarsanız başınıza gelebilecek felaketleri konu alan acıklı bir film seyrediyorsunuz.
Film sonunda yapılan küçük testi başarı ile geçip eğitildiğinizi kanıtlayabilirseniz, yeni ehliyetinizi almaya hak kazanıyorsunuz. Yok başarılı olamazsanız sil baştan herşeye yeniden başlayacaksınız.
Bu kadar iskence yetmemiş olacak ki, Japonlar yeni trafik kanunu hazırladılar. Altı ceza puanını dolduran, 16 bin yen para cezası ödedikten sonra ya üç saat boyunca caddelerde görevlilerle beraber park yapılmaz broşürleri dağıtacak, ya da üç saat boyunca bir emekli trafik polisi eşliğinde araba kullanacak. Yok bunların hiçbirini yapmazsa, 30 gün boyunca ehliyeti elinden alınacak.
Öyle altı ceza puanı deyip geçmeyin. Bir kırmızı ışık ihlali ve iki park yeri ihlali etti size altı puan. Her ceza için 16 bin yen’den toplam 48 bin yen cezanın ardından, bir 16 bin yen daha ceza ödedikten sonra diğer eziyetlere katlanamam.
Yok arkadaş yok. Bu şartlar altında araba kullanılmaz. Hem şurda Türkiye’ye dönmeme ne kadar kaldı ki. Biraz daha dişimi sıkarım. Türkiye’ye dönünce istediğim gibi kullanırım nasıl olsa…

Ben de sanattan anlarım
Ne yani, sanattan anlamak için illa Japon olmak mı gerekiyor. Biz de anlarız herhalde. Hem ben üniversitede bir yıl boyunca yorumlu sanat dersi aldım. Övünmek gibi olmasın Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi mezunu olduğum için bu tür konularda eğitimimiz vardır.
Ama benim de sanattan anlayabileceğimi bir türlü Japonlara anlatamadım. Deveye hendek atlatmak, Japonlara laf anlatmaktan daha zor olduğu için bu mücadeleden vazgeçme kararı aldım. Artık sokak galerilerine girmek bile istemiyorum.
Şimdi efendim bu bilgisayar destekli resimlerin sergilendiği, küçük galeriler, Japonya’da çok moda oldu ya, kalabalık alışveriş merkezlerinde, dükkanı olan herkes galericiliğe merak sardı. Küçücük galerilerde dünyanın parasına tablo satıldığı için iş yapamayan ne kadar tüccar varsa, galericiliğe soyundu. Kapıya bir iki genç kız koyup, gelip geçenin eline zorla davetiye tutuşturup, müşteri bulmaya çalışıyorlar. Genç kızların tüm dil dökmelerine karşılık, Japonlar galerileri gezmeye nazlanıyorlar. Gerçi ben meraklıyım, birşeyler almasam bile içeri girip resimlere bakmak istiyorum ama, ben de bir türlü genç kızların engelini aşıp, davetiye alamıyorum. Bir davetiye verebilmek için dakikalarca dil döken kızlar, yabancı gördüler mi davetiye dağıtımını kesiyorlar. Birkaç kere yüzsüzlük edip istedim ama sadece Japonlar için olduğunu söylediler.
Bir de sanat evrensel derler. Gelin de bunu siz Japonlara anlatın. Hadi ayıp eğlence yerlerine yabancıları almayıp, Japon Japona eğlenmelerini anlıyorum ama bir galeride Japon Japona tablo bakmanın ne özelliği var onu anlayabilmiş değilim.
Keiko ve arkadaşları bir evde toplanmış sohbet ediyorlardı. Keiko’nun erkek arkadaşı Suzuki, bilgisini gösterebilmenin heyecanı ile ‘‘İyi ki şu yerçekimi kanunu var. O olmasaydı şimdi hepimiz havalarda uçuşuyor olacaktık’’ der.
Keiko, merakla sorar ‘‘Peki bu kanun hangi hükümet döneminde kabul edildi’’.

Eşyalarınız özenle paketlenir
Kaç gündür ev toplamaktan canım çıktı. İşi gücü bıraktım sabah akşam paket yapıyorum. Paket yapmak artık hayatımın bir parçası haline geldi. Artık paketleme bende alışkanlık yaptı. Esrar, eroin gibi birşey bu yapmayınca bir hoş oluyor insan. Bizim evin paketlemesini bitirdim ama içimde hala dayanılmaz bir paketleme isteği var. Bazen konu komşuya gidip paketlenecek bir şeyleri var mı diye sormamak için kendimi zor tutuyorum.
Bu paketleme işi sayesinde artık benim de bir altın bileziğim oldu. Hem de bilmem kaç bin ayar altın değerinde. Sakın bana bu ne biçim altın bilezik diye saçma sapan bir soru sormayın.
Japonuma laf söyletmem

Biraz uzun ama kusura bakmayin